19 Ekim 2011 Çarşamba

Cenk marşı
Ey sürüden arkaya kalmış yiğit 
Arkadaşın gitti haydi sen de git
 
Bak ne diyor ceddi şehidin işit
 
Haydi git evladım uğurlar ola
 
Haydi git evladım açıktır yolun
 
Zalimlere karşı bükülmez kolun
 
Bayrağı çek ön safa geçmiş bulun
 
Uğurun açık olsun uğurlar ola.
 

Eşele bir yerleri örten karı
 
Ot değil onlar dedenin saçları
 
Dinle şehit sesleridir rüzgarı
 
Haydi git evladım uğurlar ola
 
Haydi git evladım açıktır yolun
 
Zalimlere karşı bükülmez kolun
 
Bayrağı çek on safa geçmiş bulun
 
Uğurun açık olsun uğurlar ola
 
Haydi levent asker uğurlar ola
 

Yerleri yırtan sel olup taşmalı
 
Dağ demeyip taş demeyip aşmalı
 
Sende ki coşkunluğa er şaşmalı
 
Kahraman askerim uğurlar ola
 
Haydi git evladım açıktır yolun
 
Zalimlere karşı bükülmez kolun
 
Bayrağı çek ön safa geçmiş bulun
 
Haydi levent asker uğurlar ola
 
Haydi git evladım uğurlar ola.

Mehmet Akif Ersoy
BİR YOLCUYA
Dur yolcu! bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda
Gördüğün bu tümsek, Anadolu’nda
İstiklal uğrunda, namus yolunda
Can veren Mehmet’in yattığı yerdir.
Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmed’in düşmanı boğduğu sele
Mübarek kanının akıttığı yerdir.
Düşün ki, haşr olan kan, kemik eti
Yaptığı bu tümsek, amansız çetin
Bir harbin sonunda bütün milletin
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.
Necmettin Halil ONAN
Çanakkale Şehitlerine
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? 
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
 
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
 
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
 
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
 
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'
 
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
 
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
 
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
 
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
 
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
 
Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
 
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
 
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
 
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
 
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
 
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
 
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
 
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
 
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
 
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
 
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
 
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
 
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
 

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
 
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
 
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
 
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
 
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
 
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
 
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
 
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
 
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
 
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
 
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
 
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
 
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
 
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
 
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
 
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
 
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
 
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?
 
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
 
Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm.
 

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
 
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
 
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi;
 
'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.
 
Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
 
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
 
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
 
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
 
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
 
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
 
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
 
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
 
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
 
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.
 
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
 
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
 
'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
 
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
 
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
 
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
 
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
 
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
 
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
 
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
 
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
 
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
 
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
 
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
 
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
 
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
 
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
 
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
 
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
 
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
 
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
 
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
 
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
 
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

Mehmet Akif Ersoy